Hayat Kötü, Kolla Götü! | “Detachment” Üzerine…

“Hayat gerçekten de fazlasıyla sıkıcı… Çürümüş, kokuşmuş, mide bulandırıcı insanlar, her bir köşesi pas tutmuş, gözenekleri tıkanmış, üzerine zift dökülmüşçesine yapış yapış, temizlenmesi imkansız bir toplum…”

Bunlar ergen psikolojisiyle yazılmış “bırakın bokumla bile kavga ederim” tarzı serzenişler değil, hayatında kendine birkaç küçük eğlencelik (genelde para ve satın alabildikleri) bularak bu pisliği, bataklığı, cehennemi kabullenen hatta ondan keyif almaya çalışan ve bu cehenneme halen pembe gözlüklerle bakmayı becerebilen, her şeyin iyiye gideceği yalanına kendisini inandıran, kendi varoluşunu sürdürebilmek için buna mecbur olan zavallıların oluşturduğu çoğunluğa mensup olmayan herhangi bir gerçekçi bireyin -ve yazının asıl konusu olan Detachment isimli filmin- dünyaya haykırdıkları…

Şu klişeden kurtulalım artık; “Biz böyle mi büyümüştük? Biz çocukken de dünya bu kadar iğrenç bir yer miydi?”. Evet, biz büyürken de, yokken de, daha dedemizin dedesinin dedesi bile yokken de her şey aynıydı… Belki de değildi, ama en azından benzerdi… Neyse bu beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren tek şey bugün… Çocukken dünya bu kadar iğrenç gelmiyordu tabii ki. Dünya oyun bahçemizken, diğer insanlar hayatlarımızdaki minik figüranlarken ne oldu da dünyanın oyuncakları, insanların hayatlarında yer alan sıradan figüranlar haline dönüştük?

Bu yazıda varoluşsal sıkıntılarımı sorgulamayacağım, safi benimle aynı dertlerden mustarip olduğuna inandığım bir filmin halet-i ruhiyesine değineceğim….

Detachment aslında sinopsise baktığımızda “Arka Sıralar” dizisini hatırlatan son derece klişe bir hikayeye sahip. Arıza öğrencilerle dolu bir okula geçici öğretmen olarak gelen edebiyat hocasının maceraları kulağa hiç de ilginç gelmiyor. Zaten filmin ilginç bir film olduğunu da söylemek güç.

Albert Camus’nün “Aynı anda hiç bu kadar şeyi bir arada ve derinden hissetmemiştim… Kendimi gelecekten ve dünyadan alıkoydum” sözleriyle açılışını yapan film zaman zaman öğretmenlerin direkt olarak kameraya konuştukları sahneleriyle bir nevi belgesel hissiyatı da yaratıyor.

Adrien Brody’nin canlandırdığı esas oğlan Henry Hoca’nın oldukça gergin, isyankar ve asi öğrencilerle dolu okuldaki daha ilk günü vukuatla başlıyor…  Bu okuldaki diğer öğretmenler ve öğrenciler arasındaki “kopukluk”un tam ortasında Henry Hoca daha ilk dersinde kendisine kafa tutan rahatsız bir öğrenci grubuyla karşılaşıyor. Hatta bir tanesi ana avrat küfürler eşliğinde onun üzerine yürüyüp çantasını duvara fırlatıyor. Öfkeli, nefret dolu gencin karşısında bir zen budisti gibi sabır gösteren Henry Hoca filmin en çarpıcı -ve oynadığı karakterini en iyi özetleyen- sözlerini söylüyor; “that bag… it doesn’t have any feelings. it is empty. i don’t have any feelings that you can hurt either.”

İntihar etmiş bir anneye ve bakmakla yükümlü olduğu bunamış tacizci bir dedeye sahip Henry Hoca hayatın sillesini yemiş, artık öğrencilerinin incitebileceği hiçbir hissi kalmamış, aynı duvara fırlatılan çantası gibi bir karakter. İncinecek hisse sahip değilseniz böyle bir habitat içinde hayatta kalma şansınız daha yüksektir. Bu nedenle Henry Hoca’nın adaptasyonu uzun sürmüyor. Zaten diğer hocaların da bu kayıtsızlıktan başka savunma mekanizmaları yok. O kadar çaresiz, depresif ve o kadar acizler ki çevrelerine karşı bu durum bir savunmaya dönüşmüş durumda. Christina Hendricks’in canlandırdığı öğretmenin 20 santim mesafeden yüzüne balgam yapıştıran öğrenciye karşı gösterdiği donukluk da bunun en net örneklerinden. Zira öğretmenler kayıtsızlık gardlarını düşürdükleri an delirmenin eşiğine gelip dünyaya karşı olan bütün nefretlerini onlardan çıkarmak isteyen öğrencilerin eline büyük bir koz veriyorlar. Lucy Liu’nun oynadığı rehberlik öğretmeninin karşısındaki öğrenciye yardım etmeye çalışırken duvara toslamışçasına en ufak bir karşılık alamaması sonucu cinnet geçirmesi de bu kayıtsızlık ve umursamazlık gardının düştüğü anlarda öğretmenlerin nasıl savunmasız kaldıklarının bir kanıtı…

Detachment kesinlikle elinde sopasıyla mesajlarını vura vura, gözümüze soka soka vermeye çalışan bir film değil… Bu janrın klasik kurgusuna uygun olan “kötü köpek yoktur kötü sahip vardır” mottolu, ilgisiz, sorunlu ailelerin asi ve dengesiz evlatları klişesine de pek girilmiyor. Evet, ailelere bir tepki, onlara verilen bir sorumluluk mutlaka var, zira veli toplantısı günü bunu filmde çok net anlıyoruz. Fakat bu klişe hikayede diğer onlarca –belki de yüzlerce- örneğindeki gibi problemlerin nedenlerine mikroskopla bakarak o problemleri somutlaştırmaktansa yönetmen Tony Kaye daha çok geniş açılı bir objektifle resmin tamamını görmek istiyor.

Peki nedir bu resmin tamamı ya da Kaye’nin göstermek istediği sınırlar? Her şeyden önce öğretmenlerin bıkkınlığı, bu kokuşmuş sisteme karşı kayıtsızlıkları ve değiştirmek istedikleri şeylere karşı çaresizlikleri eğitmenlere bir eleştiri getirmeden daha çok onların da bu boktan hayatta aynı gençler ya da aileleri gibi kısılı kalmalarının üzerine eğiliyor.

Sabah sınıfın ortasında bir öğrencisiyle karşı karşıya gelen ve brutal gencin süper arıza hareketlerine karşı derviş sabrı gösteren Henry Hoca’nın (Adrien Brody) aynı günün akşamında hastanede dedesine bakmakla yükümlü hemşireye basit bir nedenden dolayı cinnet geçirircesine çıkışması ve bir anda Hulk’e dönüşmesi filmin ve Henry Hoca’nın meselesini en iyi özetleyen sahnelerden… ‘Evet hepimiz insanız, dolayısıyla ergen de olsak, yetişkin de, yaşlı da olsak hepimiz defoluyuz, hayat bizim defomuz’ tarzı bir yaklaşım film boyunca kendini hissettiriyor.

Acınası hayatlar içinde acınası hayatlar yaşayan kişilere yardım etmeye çalışan ya da umurunda olmayarak her gün okula bir fabrika işçisi gibi gidip gelen hocalardan oluşan kadro usta oyuncularla gerçekten de son derece başarılı. Lucy Liu, James Caan, Christina Hendricks ve Breaking Bad’in süperstarı Bryan Cranston’lı öğretmenler odası cemaati saygı duyulası bir ekip olmuş. Özellikle filmde fazla görünmese de emektar James Caan tam anlamıyla filmin tuzu biberi.

Sonuç olarak Detachment Tony Kaye’nin American History X’den beri yarattığı ilk adam akıllı film ve yarattığı pesimist ve depresif havasıyla mutlaka izlenmesi gerekenler listesine girmeyi hak ediyor. Gittiği hemen her festivalde ödülleri toplayan filmi izlemeden önce iki kere düşünün. Sizi mutlu edecek, yüzünüzü gülümsetecek, karnınızda kelebekler uçuşturacak (öyle filmler var mıya gerçekten?) bir film arıyorsanız Detachment’tan uzak durun. Sizi rahatsız edecek, içinizi burkacak, geleceğe karşı büyük bir ümitsizliğe düşürecek bir film izlemeyi göze alabiliyorsanız (ya da hayalperest bir gerzek olmaktansa benim gibi bu gerçekçiliği özellikle tercih ediyorsanız) da bir gün bile geciktirmeden Detachment’ı bulup izleyin…

Hayat Kötü, Kolla Götü! | “Detachment” Üzerine…” için 2 yorum

Cevap...