Looper’ın Kısır ‘Döngü’sü

Aralık @Yazihane

Zizek, Yamuk Bakmak kitabında kabaca, bir şeye tam karşıdan bakarak yapılan objektif bir gözlemin sakıncalarını belirtirken, detaya inmek için subjektif ve spesifik bir noktadan yapılan gözlemlerin önemini yüceltir.

Bu yazının standart bir film eleştirisi olmasını bekliyorsanız biraz hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Looper’a tam karşıdan, ‘düz’ bakarak bir sinema eleştiri yazmak gibi bir amacım olmadığını baştan belirteyim. Filme ilkokuldan beri takıntı seviyesinde bağlı olduğum bilim kurgu janrının bir militanı olarak ‘yamuk’ bakmak istiyorum…

BİLİM KURGUNUN DÖRT NESLİ

Bilim kurgu, varoluşu gereği hayal gücünün sınırlarını zorlamayı amaç edinmiş olsa da bu janrın iyisi-kötüsü arasındaki farkı sadece yaratıcısının hayal gücünün genişliğine bağlamak yanlış olur. Bilim kurgunun makbulü hayal gücüyle oluşturulan hikayenin bilimsel bir olasılığa dayananıdır ve bu fark bilim kurgu ile fantezi edebiyatı arasındaki tampon bölgeyi oluşturur.

İlk bilim kurgu, büyük gökbilimci Johannes Kepler tarafından 17.YY’da yazılan ve okült güçler tarafından Ay’a teleport olup oradan Dünya’nın görünümünü tasvir eden bir öğrencinin hikayesini anlatan Somnium olarak kabul ediliyor. Bu tarihten 19.YY sonlarına, yani bilim kurgunun primitif evresinin bitiş dönemine zamanda bir sıçrama yapalım. Dönemin önemli yenilikçi bilim kurgularına baktığımızda (Marry Shelley’in Frankenstein’ı, Jules Verne’in neredeyse tüm kitapları, hatta Poe’nun hikayeleri) bunların bilimle yoğrulmuş, okült öğeler barındırmayan ve en önemlisi de kendi dönemlerinde geçen, kendi ‘bugün’lerini teknolojik gelişmelerle harmanlayan hikayeler olduklarını görürüz. Aydınlanma ve ikinci jenerasyonun doğuşu ise 20.YY başlarında yazarların gözlerini geleceğe dikmeleriyle oldu.

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYIN…

Hayat Kötü, Kolla Götü! | “Detachment” Üzerine…

“Hayat gerçekten de fazlasıyla sıkıcı… Çürümüş, kokuşmuş, mide bulandırıcı insanlar, her bir köşesi pas tutmuş, gözenekleri tıkanmış, üzerine zift dökülmüşçesine yapış yapış, temizlenmesi imkansız bir toplum…”

Bunlar ergen psikolojisiyle yazılmış “bırakın bokumla bile kavga ederim” tarzı serzenişler değil, hayatında kendine birkaç küçük eğlencelik (genelde para ve satın alabildikleri) bularak bu pisliği, bataklığı, cehennemi kabullenen hatta ondan keyif almaya çalışan ve bu cehenneme halen pembe gözlüklerle bakmayı becerebilen, her şeyin iyiye gideceği yalanına kendisini inandıran, kendi varoluşunu sürdürebilmek için buna mecbur olan zavallıların oluşturduğu çoğunluğa mensup olmayan herhangi bir gerçekçi bireyin -ve yazının asıl konusu olan Detachment isimli filmin- dünyaya haykırdıkları…

Şu klişeden kurtulalım artık; “Biz böyle mi büyümüştük? Biz çocukken de dünya bu kadar iğrenç bir yer miydi?”. Evet, biz büyürken de, yokken de, daha dedemizin dedesinin dedesi bile yokken de her şey aynıydı… Belki de değildi, ama en azından benzerdi… Neyse bu beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren tek şey bugün… Çocukken dünya bu kadar iğrenç gelmiyordu tabii ki. Dünya oyun bahçemizken, diğer insanlar hayatlarımızdaki minik figüranlarken ne oldu da dünyanın oyuncakları, insanların hayatlarında yer alan sıradan figüranlar haline dönüştük?

Bu yazıda varoluşsal sıkıntılarımı sorgulamayacağım, safi benimle aynı dertlerden mustarip olduğuna inandığım bir filmin halet-i ruhiyesine değineceğim….

Detachment aslında sinopsise baktığımızda “Arka Sıralar” dizisini hatırlatan son derece klişe bir hikayeye sahip. Arıza öğrencilerle dolu bir okula geçici öğretmen olarak gelen edebiyat hocasının maceraları kulağa hiç de ilginç gelmiyor. Zaten filmin ilginç bir film olduğunu da söylemek güç.

Albert Camus’nün “Aynı anda hiç bu kadar şeyi bir arada ve derinden hissetmemiştim… Kendimi gelecekten ve dünyadan alıkoydum” sözleriyle açılışını yapan film zaman zaman öğretmenlerin direkt olarak kameraya konuştukları sahneleriyle bir nevi belgesel hissiyatı da yaratıyor.

Adrien Brody’nin canlandırdığı esas oğlan Henry Hoca’nın oldukça gergin, isyankar ve asi öğrencilerle dolu okuldaki daha ilk günü vukuatla başlıyor…  Bu okuldaki diğer öğretmenler ve öğrenciler arasındaki “kopukluk”un tam ortasında Henry Hoca daha ilk dersinde kendisine kafa tutan rahatsız bir öğrenci grubuyla karşılaşıyor. Hatta bir tanesi ana avrat küfürler eşliğinde onun üzerine yürüyüp çantasını duvara fırlatıyor. Öfkeli, nefret dolu gencin karşısında bir zen budisti gibi sabır gösteren Henry Hoca filmin en çarpıcı -ve oynadığı karakterini en iyi özetleyen- sözlerini söylüyor; “that bag… it doesn’t have any feelings. it is empty. i don’t have any feelings that you can hurt either.”

İntihar etmiş bir anneye ve bakmakla yükümlü olduğu bunamış tacizci bir dedeye sahip Henry Hoca hayatın sillesini yemiş, artık öğrencilerinin incitebileceği hiçbir hissi kalmamış, aynı duvara fırlatılan çantası gibi bir karakter. İncinecek hisse sahip değilseniz böyle bir habitat içinde hayatta kalma şansınız daha yüksektir. Bu nedenle Henry Hoca’nın adaptasyonu uzun sürmüyor. Zaten diğer hocaların da bu kayıtsızlıktan başka savunma mekanizmaları yok. O kadar çaresiz, depresif ve o kadar acizler ki çevrelerine karşı bu durum bir savunmaya dönüşmüş durumda. Christina Hendricks’in canlandırdığı öğretmenin 20 santim mesafeden yüzüne balgam yapıştıran öğrenciye karşı gösterdiği donukluk da bunun en net örneklerinden. Zira öğretmenler kayıtsızlık gardlarını düşürdükleri an delirmenin eşiğine gelip dünyaya karşı olan bütün nefretlerini onlardan çıkarmak isteyen öğrencilerin eline büyük bir koz veriyorlar. Lucy Liu’nun oynadığı rehberlik öğretmeninin karşısındaki öğrenciye yardım etmeye çalışırken duvara toslamışçasına en ufak bir karşılık alamaması sonucu cinnet geçirmesi de bu kayıtsızlık ve umursamazlık gardının düştüğü anlarda öğretmenlerin nasıl savunmasız kaldıklarının bir kanıtı…

Detachment kesinlikle elinde sopasıyla mesajlarını vura vura, gözümüze soka soka vermeye çalışan bir film değil… Bu janrın klasik kurgusuna uygun olan “kötü köpek yoktur kötü sahip vardır” mottolu, ilgisiz, sorunlu ailelerin asi ve dengesiz evlatları klişesine de pek girilmiyor. Evet, ailelere bir tepki, onlara verilen bir sorumluluk mutlaka var, zira veli toplantısı günü bunu filmde çok net anlıyoruz. Fakat bu klişe hikayede diğer onlarca –belki de yüzlerce- örneğindeki gibi problemlerin nedenlerine mikroskopla bakarak o problemleri somutlaştırmaktansa yönetmen Tony Kaye daha çok geniş açılı bir objektifle resmin tamamını görmek istiyor.

Peki nedir bu resmin tamamı ya da Kaye’nin göstermek istediği sınırlar? Her şeyden önce öğretmenlerin bıkkınlığı, bu kokuşmuş sisteme karşı kayıtsızlıkları ve değiştirmek istedikleri şeylere karşı çaresizlikleri eğitmenlere bir eleştiri getirmeden daha çok onların da bu boktan hayatta aynı gençler ya da aileleri gibi kısılı kalmalarının üzerine eğiliyor.

Sabah sınıfın ortasında bir öğrencisiyle karşı karşıya gelen ve brutal gencin süper arıza hareketlerine karşı derviş sabrı gösteren Henry Hoca’nın (Adrien Brody) aynı günün akşamında hastanede dedesine bakmakla yükümlü hemşireye basit bir nedenden dolayı cinnet geçirircesine çıkışması ve bir anda Hulk’e dönüşmesi filmin ve Henry Hoca’nın meselesini en iyi özetleyen sahnelerden… ‘Evet hepimiz insanız, dolayısıyla ergen de olsak, yetişkin de, yaşlı da olsak hepimiz defoluyuz, hayat bizim defomuz’ tarzı bir yaklaşım film boyunca kendini hissettiriyor.

Acınası hayatlar içinde acınası hayatlar yaşayan kişilere yardım etmeye çalışan ya da umurunda olmayarak her gün okula bir fabrika işçisi gibi gidip gelen hocalardan oluşan kadro usta oyuncularla gerçekten de son derece başarılı. Lucy Liu, James Caan, Christina Hendricks ve Breaking Bad’in süperstarı Bryan Cranston’lı öğretmenler odası cemaati saygı duyulası bir ekip olmuş. Özellikle filmde fazla görünmese de emektar James Caan tam anlamıyla filmin tuzu biberi.

Sonuç olarak Detachment Tony Kaye’nin American History X’den beri yarattığı ilk adam akıllı film ve yarattığı pesimist ve depresif havasıyla mutlaka izlenmesi gerekenler listesine girmeyi hak ediyor. Gittiği hemen her festivalde ödülleri toplayan filmi izlemeden önce iki kere düşünün. Sizi mutlu edecek, yüzünüzü gülümsetecek, karnınızda kelebekler uçuşturacak (öyle filmler var mıya gerçekten?) bir film arıyorsanız Detachment’tan uzak durun. Sizi rahatsız edecek, içinizi burkacak, geleceğe karşı büyük bir ümitsizliğe düşürecek bir film izlemeyi göze alabiliyorsanız (ya da hayalperest bir gerzek olmaktansa benim gibi bu gerçekçiliği özellikle tercih ediyorsanız) da bir gün bile geciktirmeden Detachment’ı bulup izleyin…

PHILIP!.. K!.. DICK!..

Hayatım boyunca bilimkurguya takıntılı bir insan oldum. Daha okuma yazma bilmezken dedemin devasa kütüphanesindeki ansiklopedilerden uzay, yıldız, gezegen fotoğraflarına bakarak saatlerimi harcardım. Daha sonra ilkokul yıllarımda okumayı söker sökmez Jules Verne kitaplarına sardım. Ay’a Seyahat, Denizler Altında 20.000 Fersah, Balonda Beş Hafta, Esrarlı Ada, 80 Günde Devri Alem, Dünyanın Merkezine Yolculuk, Kaptan Grant’ın Çocukları, Karpatlar Şatosu gibi eserleri yalayıp yutarken diğer yandan da eve alınan video ile bilimkurgu sinemasına da giriş yapmış oluyordum. Video kasetçi aynı zamanda bizim dükkanın müşterisiydi (bknz. esnaf dayanışması) ve bu sayede istediğim an gidip hesaba yazdırarak beğendiğim filmi alabiliyordum (o zamanlar filmler için yaş sınırı falan kimse sallamazdı). Bu sayede Star Wars, Alien ve Back To The Future serileri ve Blade Runner, Terminator, Robocop, Total Recall gibi efsanelerle daha ilkokulun ilk sınıflarında tanışıyordum (o yaşlarda gidip kaset rafından Stalker‘ı, Solyaris‘i, 2001: Space Odyssey‘i seçmem pek imkan dahilinde değildi). İşi öylesine bir bilimkurgu fanatizmi boyutuna getirmiştim ki ilkokul 3. ya da 4. sınıftayken öğretmenimiz bizden okuduğumuz bir kitabı sınıfta tanıtmamızı istediğinde herkes dönemin trendi Ökkeş serisi ya da Gülten Dayıoğlu kitapları ile sunumlarını yaparken ben Tanrıların Arabaları‘nın tuğla gibi ilk basımıyla tahtaya kalkıp ufacık veletlere evrende milyarlarca yıldız olduğunu (önce tabi milyarın ne kadar çok bir sayı olduğunu anlatmaya çalışarak), ardından da böylesine büyük bir alanda eğer sadece biz var oluyorsak bunun ne kadar büyük bir yer kaybı olacağından bahsederek işi uzaylılara getirince öğretmenimiz hayretler içerisinde beni izledikten sonra annemi okula çağırmıştı.

Philip K. Dick (PKD) denen adamla tanışmamsa epey geç oldu. Üniversiteye başladığım yıllarda Karanlığı Taramak (A Scanner Darkly) elime geçti. Okuduktan sonra kendi kendime epey küfredip bunca yıldır böyle bir cevheri nasıl gözardı ettiğimi epey sordum kendime. PKD daha önce okuduğum hiçbir bilimkurgu yazarına benzemeyen tarzıyla beni can evimden vurmuştu. Biraz araştırınca bu adamın Blade Runner ve Total Recall gibi başyapıtlarda imzasının olduğunu da öğrendim, yani aslında onunla çocukluğumdan beri tanışıktım ama bunun farkında değildim. “Almanlar ve Japonlar II.dünya savaşından galip ayrılsalardı bugün dünya nasıl bir yer olurdu?” sorusu ile rafta adeta “beni al, beni al!” diye bağıran Yüksek Şatodaki Adam‘ı (The Man In The High Castle) bir çırpıda bitirdim ve PKD’ye duyduğum hayranlık daha da arttı. Ubik’te ne kadar uçmuş olduğunu görüp hayrete düştüm, Çığrından Çıkmış Zaman (Time Out Of Joint) ve Simulakra (Simulacra) gibi küçük cep kitaplarında bile yarattığı hikayeleri nasıl bir hayalgücüyle yazdığını görüp kendisini epey kıskandım. Paralel evrenlere takıntısı, seçtiği karakterlerin hergün yiyip içtiğimiz, beraber sarhoş olup dağıttığımız kişiler içinden seçilmesi, hikayelerinin genelde –Asimov ya da Arthur C. Clarke‘ınkiler gibi- çok uzak bir gelecekte değil de günümüzde ya da çok yakın bir gelecekte geçmesi, sisteme getirdiği ağır eleştiriler PKD’nin tarzında en çok öne çıkan ve kendisini favori yazarım kılan noktalar. Yani bir PKD hikayesini sevmeme şansım pek yoktur. Bu nedenle genelde kitap alırken şöyle bir göz gezdirir ve okumadığım bir PKD kitabı görürsem balıklama atlarım. Geçtiğimiz günlerde Albemuth Özgür Radyosu‘nu görünce beni neyin beklediğini bildiğimi sanıyordum. Çünkü PKD’nin en baba eserlerini okuduğumu ya da en azından sinemaya uyarlanmış hallerini izlediğimi düşünüyordum.

Albemuth Özgür Radyosu‘nda PKD diğer romanlarının aksine kendisini anlatıyor. Gerçekten kendisini ama… Bilimkurgu yazarı, Yüksek Şatodaki Adam ile Hugo ödülü kazanmış Philip isminde bir yazar… En yakın arkadaşı olduğunu iddia ettiği Nicholas diye birisinin başından geçen kendisinin de dahil olduğu hikaye Berkley’de başlıyor. Berkley gerçekten de PKD’nin büyüdüğü şehir. [Küçük bir anekdot -kitapta bahsetmese de- PKD Berkley High School’da bilimkurgunun bir diğer efsane ismi Ursula K. Le Guin ile sınıf arkadaşı. İkisi beraber aynı dönemde mezun oluyorlar. Lisenin o dönemki diğer mezunlarının hayatta nerelere geldikleri sorusu da epey merak uyandırıcı].
Nicholas PKD’nin anlattıklarına göre Berkley’in neredeyse tamamı gibi sol bir görüşte. Hatta ordudan atılmak için kendi silahını bozan bir karakter. Bu şekilde üniversiteden de kovulunca bir plak dükkanında çalışmaya başlıyor. [PKD’nin yazarlık yaptığı dönemde maddi güçlükler çektiği -zira kendisi ölümünden sonra değeri anlaşılan yazarlardan- ve bir plak dükkanı işlettiği biliniyor.]

Nicholas VALIS denen bir çeşit yıldızlar arası iletişim ağı ile geceleri rüyalarında iletişime geçiyor. Çok uzak bir yıldızdan gelen bu sinyalleri telepatik olarak algılıyor. VALİS onun hayatını değiştirecek kararları almasında yardımcı oluyor (mesela küçük çocuğunda henüz hiçbir doktorun farketmediği bir doğum kusurunu bildirerek çocuğun hayatını kurtarıyor). Olayların geçtiği tarih 50’ler 60’lar olsa da hikaye farklı bir paralel evrende ilerliyor. Bu evrende de JFK suikasta uğruyor, Amerika Vietnam’da savaşıyor, PKD Yüksek Şatodaki Adam kitabıyla Hugo Ödülü’nü kazanıyor. Buraya kadar herşey tamam, fakan Ferris F. Fremont isminde (Nixon ve Mccarthy‘nin karışımı bir karakter) başkan seçilip birey haklarını yok ediyor ve bir polis devleti kuruyor. Soğuk savaş yıllarının paranoyaları, cadı avı dönemleri bu paralel evrende çok daha uç noktalarda yaşanıyor. VALIS’in tek amacının Nicholas’ın hayatını değiştirmek olmadığı da ortaya çıkıyor. Zira VALIS onbinlerce yıldır yeryüzündeki canlılarla farklı şekilde iletişime geçmiş ve bu sayede gezegende olan biten herşey üzerinde etkili olmuş, gerektiğinde devreye girerek dünyaya ve insanlığa rot balans ayarı çekmiş bir yapay zeka. VALIS peygamberlere tanrı olarak gözükmüş, kahinlere ilham vermiş bir nevi yapay tanrı. PKD ve Nicholas’ın evreninde de Ferris F. Fremont’u devirerek insanlığa kıyak geçmeye çalışıyor.

Rivayetlere göre Nicholas olarak da kendisini ve başından geçen bazı deneyimleri anlattığı Albemuth Özgür Radyosu’nun PKD’in en büyük başyapıtı olduğuna bence şüphe yok. Eğer hayatınızda hiç PKD okumadıysanız önce okuyabildiğiniz kadar okuyun, onu iyice anlayın, tanıyın, daha sonra Albemuth Özgür Radyosu’na başlayabilirsiniz. “Yok bu herif beni sarmaz” diyorsanız da az önce okuduğuma göre kitap filme çekilmiş ve dünyada bazı festivallerde gösterilmeye başlanmış. Yakında ya kendi festivallerimizden birinde gösterilir ya da divx olarak indirilebilir kıvama gelir, haberiniz olsun…

*Az önce farkettim, acaba PKD’nin ölümünden sadece birkaç gün sonra doğmuş olmam VALIS’in bir oyunu olabilir mi?

PKD Filmleri
Blade Runner (1982)

Total Recall (1990)

Screamers (1995)

Impostor (2001)

Minority Report (2002)

Paycheck (2003)

A Scanner Darkly (2006)

Next (2007)

20 MİLYON DOLARLIK “B FİLM” ÇEKMEK, TETRİS GRAFİKLERİYLE PES OYNAMAK GİBİDİR

Bazı özel (daha çok da milli) meselelerden dolayı bir süredir (3 ay 3 gündür) kültürel sanayinin çıktılarından muaf durumdayım [asker]. Yeni çıkan albümler, filmler, siteler vs. maalesef yeni -ve geçici- hayat rutinimin içine hiçbir şekilde dahil olamıyor. Durum o kadar vahim ki aylardır buraya ilk kez bir kaç yüz vuruşluk bir yazı yazma şansı bulabiliyorum. Yalıtılmış minik dünyamda kafatasımın içindeki yumuşak şeyin git gide bir lahanaya dönüştürüldüğünü hissederken, bazı girişimlerde bulunarak ve bu vaziyete “çüş!” diyerek kendime uzun süredir sabırsızlıkla beklediğim Machete‘i izleme fırsatı yarattım (bu fırsatı nasıl yarattığım apayrı bir yazı konusu).

Geçen 95 günlük süreçte izleyeceğim ilk film olması (3 yaşımdan beri hayatımda böyle bir dönem olmamıştı), Steven Segal, Don Johnson, Danny Trejo gibi çocukluğumun VHS dönemi kahramanlarını, Robert De Niro gibi yüce bir ismi, Jessica Alba, Michelle Rodriguez ve Lindsay Lohan gibi post-ergenlik dönemimin hatırı sayılır hatunlarını bir araya toplaması ve üstelik bu işe imza atanın da Sin City, El Mariachi, Once Upon A Time in Mexico, From Dusk Till Down gibi -kanımca- başyapıtlara imza atmış bir adam olması -ki bu Robert Rodriguez oluyor- nedeniyle seçimime oldukça güveniyordum. Yazının buraya kadarki geliş noktası okuyan kişiye filme bir bok atma havasında olduğumu hissettirebilir. Okuyan kişi nispeten haklıdır, nispeten de değildir. Şöyle ki, film aslında gayet başarılı. “İyi”, “hoş”, “izlenir”, “güzel”, “başarılı”, “vay ulan”, “üfff”, “aboov” gibi yansımalarla ifade edilebilir, hakkını da verir. Benim takıldığım nokta bu “B Film” konseptinin bokunun çıkmış olması.
B Film repertuarı, ki bünyesinde VHS kaset dönemi efsaneleri Michael Dudikoff‘lu American Ninja serisi, uzaylı Badi, bitik Dolph Lundgreen filmleri, Dünyayı Kurtaran Adam, Turist Ömer, Steven Segal sinemasını barındırır. Enteresandır, sözlerle anlatılmaz. 80’lerde ilkokulda sabahçıysan okul dönüşü eve kaset alır izlemek için ödevlerini sallarsın, videoya kasedi takar babaanneye patates kızarttırırsın, litrelik cam şişe kolayı da kafaya dikersin. İyilerin kötüleri eşek sudan gelene kadar dövüşünü gaza gelerek izlersin. O filmlerde şimdiki anti kahramanların falan esamesi okunmaz, iyiler salt iyi, kötüler de -özel efektler gibi- harbi kötüdür. Kısacası eşeğe altın semer de vurulsa yine eşekse neden altın semer vuralım, biz eşeği olduğu gibi kabullenmiş sevmişiz, ingiliz tayını photoshopla eşek yapmak neden?
Machete kötü bir filmdir demiyorum. Film -harbiden- iyidir, hoştur ama demek istediğim 20 milyon dolar harcarsan o film B Film olmaz. Eğer o kadar para harcayıp B Film kafasında bir film çekmek istersen işte o tetris grafikleriyle PES oynamaya benzer. Velhasıl özet olarak konsepte kılım. Kimse bana günümüzde B Film çekmek Hollywood sinemasına bir başkaldırıdır, eleştiridir, höttür, püttür, düdüktür demesin. İlla isyankar bir bünyedeysen alırsın bir handcam; işte Dogma 95, işte deve, ya çekersin, ya gidersin.
20 milyon dolara B Film konseptinde ve -dolayısıyla görüntü kalitesinde- film çekmek bana hayatımda kullanmayı en çok istediğim ama bir türlü kullanma fırsatı bulamadığım atasözünü ilk kez -sanırım- yerinde kullanma fırsatı tanıyor; Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu bre Sinyor Rodriguez!?… (İlk kez kullandığım için sonuna ünlem mi, soru işareti mi, yoksa üç nokta mı koyacağımı bilemedim).
Haa illa “B Film kafası isterüüük” diye tutturursanız da Black Dynamite‘ı şiddetle tavsiye ediyorum.

IN THE LOOP

Hayatımın 6 senesini “Siyaset Bilimi” diploması almaya adamış bir adam olarak yıllar sonra meslek eğitimime baktığımda; “bilmediğin şeyleri biliyormuş gibi gösterme sanatı…”, “ne kadar sıçıp batırsan da insanlar üzerindeki gücünle bundan avantaj sağlama taktikleri…”, “ukalalık ve demagoji öğretileri…”, “gammazlama ve şantajın incelikleri…”, “yaptığın pisliği hukuğu manipüle ederek meşrulaştırma alıştırmaları…” gibi temel noktalar üniversitenin bana kattıkları olarak aklıma ilk gelenler…

Paragraflar haline getirilerek oldukça genişletilmiş ve kelime kelime ezberletilmeye çalışılan siyasetin bu kutsal öğretilerini sallamayıp ezberlemeseniz bile, en azından duvara bit kadar arial fontlarla yazdığınız kopyalarda ya da hece hece arkanızdaki arkadaşınızın fısıltısında doğru cevapları kağıda panikle geçirme esnasında her biri beyninizin kımıl kımıl dehlizlerine bir daha çıkmamak üzere yerleşiyor…Okul süresince anlatılan her gereksiz dersten ve girilen ezbere dayalı her anlamsız sınavdan sonra git gide, bir çığ gibi büyüyen apolitikleşme süreci yıllar sonra mezuniyetle beraber durur ve tekrar normalleşme süreci başlar… Fakat ülke ve dünya siyaseti de bi’ acayip gelmeye başlar insana… Sonra, yaşadığın ülkenin başbakanının her an cebinden çakısını çıkarıp “van minut, van minut, al ulan sana van minut eşşoğleşşek ” haykırışları içerisinde yanındaki lavuğun boynuna saplayabileceğinden tırsarak uluslararası bir canlı yayın izlersin… Kendine gelir bi silkinirsin… “Yürrüüü koççuuum!” çekenlere aslında ne olup bittiğini anlatmaya falan da -bir daha hiç- yeltenmezsin… Verdiğin 84 Siyaset Bilimi dersi aklına gelir ve “hassiktir!” dersin…

Siyasetle kafa bulmak çok kolay gibi gözükse de aslında değil… Bunu karikatür dergileri kadar iyi yapan film ya da dizi bulmak da imkansız… Politika başlı başına komik, siyaset arenasındaki aktörlerin söyledikleri ve yaptıkları da kendiliğinden absürd olduğu için ortaya eleştiri dışında komedi katmak bence epey zor oluyor… Politik aktörlerin diyaloglarındaki anlamsızlığı en iyi verebilecek absürtlükte bir senaryo işinin altından kimin kalkabileceğini düşününce sadece İngilizlerin (ve belki Cohen’lerin) bunu becerebileceğine dair bir kanıya vardım. Gerçekten de öyle olmuş… In The Loop‘ta film başladıktan sonra ilk 15 dakika diyaloglara yetişmekte, kimin kim olduğunu anlamakta biraz afallasanız da bu süre sonunda taşlar az çok yerine oturmuş oluyor. Birbirinden rahatsız, birbirinden acayip heriflerin ve kadınların -ki bunlar bakanlar, senatörler, generaller vs. oluyorlar- uğraştıkları şeylere, bu insansıların aptallıklarına, anlamsız psikozlarına, hatta en önemlisi boş amaçlarına ve yöntemlerine tanık olurken film onları aslında eleştirmiyor. Onları eleştirilmeye layık görmüyor ve eleştirmeye tenezül bile etmiyor… Siyaseti ve politikacıları o kadar aşağılıyor ki filmi askerde izleseniz ertesi gün sabah içtimasında generale nanik yapma ya da mecliste çalışıyorsanız sabah bakanlardan birinin ensesine şaplak çalma isteği uyandırabilir. İngiliz komedileriyle biraz haşır neşirseniz ve tarzlarına uyuz olmuyorsanız In The Loop size yarıla-yarıla gülme garantisi verebilir…

DÜŞTÜM MAPUS DAMLARINA

Escape from Alcatraz, American History X, Das Experiment, Felon, Hunger, The Shawshank Redemption, Papillon (Tatar Ramazan efsanesini de unutmayalım) ve muhtemelen gecenin bu saatinde aklıma gelmeyen zilyon tane daha başarılı örnek… “Ulan n’oluyo, blog su gibi akıyordu, şık albümler, cillop gruplardan nerelere geldik, ne işimiz var mapus köşelerinde” demeyin.. Saat olmuş dört kusur… Sabah işe gitmek gerek… Dergiye de yazılacak formalar dolusu yazı var… Ama az önce izlediğim Celda 211 için bir şeyler fışkırtarak blog’a siftahı yapma gazındayım…

Aslında küçük bir flashback yaparak geçen hafta izlediğim yine bir Avrupa yapımı olan Un Prophète ile söze başlamalıyım. Film, Malik El Djebena isminde daha ergenlik sivilcilerini yeni söndürmüş 19 yaşındaki bir Arap gencin çocuk ıslah evinden tam teşekküllü -ve bol psikopatlı- bir yetişkin (!) hapishanesine terfi olmasıyla başlıyor. Hapishanenin kontrolünü elinde tutan Korsikalı ırkçı bir ekürinin ayak işlerini yapması için yancı olarak ona bir iş veriliyor. İlk icraatı da Araplar için çok önemli bir ismi öldürmek. Ona oldukça iyi davranan Reyeb ismindeki Arabı kendi kıçını kollamak için mecburen öldüren El Djebena filmin kalanında bunun vicdan azabını çekerek hayatta kalmak ve vicdanını rahatlatmak için fırsatları iyi kollayıp kendi hükümdarlığını kuruyor. Bu epik filmi “şöyle güzel, böyle güzel” diye ballandırmama gerek yok, zaten Oscar’dan, Bafta’ya, Cesar’dan Altın Palmiye’ye neredeyse bütün büyük ödüllere aday oldu.

Daha Fransızların bu başyapıtını tam olarak sindirememişken -hala bazı sahneleri de gözümün önünden gitmiyor- az önce izlediğim Celda 211 de beni benden aldı. Hamile eşine bakabilmek için gardiyan olarak işe başlayan kahramanımız Juan hapishane yönetiminin gözüne girmek için daha görevinin başlamasına bir gün kala oryantasyon için hapishaneye gider. Cenabetlik bu ya, en psikopat, en arıza mahkumların tutulduğu özel bölümdeyken bir anda çıkan isyanın ortasında kalır. Sivil kıyafetli olduğu için onların arasına kaynayıp kimliğini belli etmeden başta mahkumların lideri manyak Malamadre olmak üzere alayına ayar verir. Hapishanede bulunan bir kaç ETA üyesini rehin aldıklarında işler bambaşka bir hale dönüşür…

Daha fazla spoiler işine girmiyorum zaten anlattığım kısım filmin sadece ilk 10 dakikası. İşlerin nereden nerelere vardığını hayretler içerisinde izleyip bir an hapishanede o manyaklarla olmayı bile isteyebilirsiniz. Evet filmde fazlasıyla sert sahneler var, hatta nefret ettiğim Gore janrına bile girebilir. Fakat Gore filmlerdeki seyirciye şov yapan o anlamsız, nedensiz pornografik şiddet yerine, doğru yerlerde ve doğru şekillerde bir şiddet kullanımı var. Yani Hostel‘deki parmak koparmalar ya da ucuz Hollywood filmlerindeki gibi benzinci tuvaletinde pense ile haya patlatmak gibi gereksiz ve gerzekçe sahneler yok.

Celda 211 gerçek bir hapishanede çekilmiş ve figüranların da büyük çoğunluğu gerçek mahkumlar. Yani mahallenin spor salonundan yevmiye+yol+yemek anlaşmasıyla toplanan, kulaklarından steroid fışkıran dövmeli Hollywood figüranları yerine harbi abilerin rol alması filmdeki gerçeklik hissini arttırıyor.
Bu iki film açıkça gösteriyor ki Avrupalılar’ın hapishane filmlerine bakışları Amerikalılar’dan çok daha farklı. Nispeten bir hapishane filmi sayılabilecek 2001 tarihli Alman yapımı Das Experiment‘te de bunu görmüştük. Avrupalı’nın entellektüel ve eleştirel bakış açısı hapishane ve suçluyu hayvan değil kurban olarak görürken Hollywood’ta işler bambaşka. Her ne kadar çok başarılı filmler olsa da American History X, Shawshank Redemption ve diğerlerinde izleyiciye kanuna karşı gelirsen işte bu cehenneme girersin (misal duşta sabununu düşürürsen adamı affetmezler klişesi) mantığı var.
Özetle Un Prophète ve Celda 211 asla “bir ara izlerim ya” denip ertelenecek -sonra da unutulacak- filmler değil, bir an önce edinin izleyin…

CELDA 211

UN PROPHÈTE